"Sağlıklı Nesiller İçin"

Neden Anne Sütünü Destekliyoruz?

Dünya Sağlık Örgütünün (WHO) ve UNİCEF’in Son 30 yıldır anne sütü üzerinde yoğunlaşan çalışmaları, anne sütünün eşsiz bir besin olduğu ve bebek beslenmesindeki yerinin, başka hiçbir besinle dolduramayacağı gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Hayata en iyi başlangıç anne sütüdür, doğumdan sonra ilk yarım / bir saat içinde emzirmeye başlamak ve sürdürmek, çok önemlidir. Anne sütü, bebeklerin sağlıklı büyüme ve gelişmelerine katkı sağlamanın yanında, aile ve ülkeye sosyal ve ekonomik getirileri olan, ideal ve vazgeçilmez besin kaynağıdır. Anne sütünün eşiti ve benzeri yoktur. Bireylerin doğumlarından itibaren sağlıklı olabilmelerinde anne sütünün önemi herkes tarafından kabul edilmektedir. Sağlıklı bebek ve çocuklar, sağlıklı aileleri ve sağlıklı toplumları oluşturacaktır Anne sütünün zengin ve mucizevi içeriği ile emzirmenin önemi saymakla bitmez. BEDAVADIR

ANNE İLE BAĞLANMAYI GÜÇLENDİRİR.

İlk olarak Bowlby’nin 1958’de bağlanma terimini kullanmasının ardından pek çok araştırmacı, bebeğin annesine duyduğu ve daha çok doğuştan getirilen; sosyal ilişkilerin başlangıç noktasını oluşturan bu ilişki biçimini araştırmıştır. Bağlanma tam olarak altı ay ile yirmi dört ay arasında şekillenmektedir. Doğumdan hemen sonra insan yavrusunun doğası gereğince başlayan bağlanma; meme arama, başı döndürme, emme, yutma, parmak emme, yakalama, anneye yönelme, beslenme saatlerini sezinleme ve hazırlanma şeklinde kendisini göstermektedir. Emzirmek için, bebeği kucağa almanın ve kucakta taşımanın anne-bebek arasındaki sağlıklı yakınlaşmayı olumlu etkileyeceği, bebeği fiziksel ve duygusal olarak destekleyeceği üzerinde durulmuş ve anne-bebek ilişkisi açısından önemli olduğu kanıtlanmıştır.

TEMİZDİR. MİKROPSUZDUR, KORUYUCUDUR.

Bebeğin memeden alacağı ilk besine “ilksüt”, “ağız sütü” ya da “kolostrum” denir. “İlksüt”ün görüntüsü anneden anneye değişir, ancak genellikle sarı renkte ve kıvamlıdır. Bu “ilksüt” özel olarak çok besleyicidir ve bebeği pek çok hastalıktan korur. 9 “İlksüt”ün miktarı az olmasına karşın, ilk günlerde bebeğin beslenmesi ve bağırsaklarının iyi çalışması için yeterlidir. Anne sütü enfeksiyonlara karşı koruyucudur. Anne sütü, içerdiği immünglobulinler, makrofaj, granülosit, T ve B lenfositleri, lizozim, C3, C4 gibi antimikrobiyal etkinliğe sahip bileşiklerin etkisiyle Vibrio cholerae, Escherichia Coli, Stafilokoklar,Hemophilus enfluenza ve Helicobacter pylori gibi bakterilere, Rotavirüs, Hepatit C, Cytomegalovirus (CMV) gibi virüslere karşı baskılayıcı olabilmektedir. Bu nedenle anne sütü alan bebekler, sepsis, bakteriyemi,menenjit, solunum, idrar ve gastrointestinal sistem enfeksiyonları ve alerjik hastalıklara karşı korunabilmektedirler. Sütteki IgA antikorları, enfeksiyonun başlaması için gerekli olan bakteri ve virüslerin mukozaya yapışmasını önlemektedir. Yalnızca anne sütü ile beslenen bebeklerin anne sütünden aldığı IgA miktarı, hipogamaglobulinemisi olan bir hastaya proflaksi için verilen Ig’den çok daha yüksektir.

1989 yılında Brezilya’ da yapılan bir araştırmada, tek başına anne sütü alan bebeklerin. diğerlerine göre ishalden ölme olasılığının 14.2, solunum yolu rahatsızlığından ölme olasılığının 3.6, diğer enfeksiyonlardan ölme olasılığının ise 2.5 kat daha az olduğunu göstermektedir (8,9). Kenya’da Kenyatta Ulusal Hastanesi’nde görev yapan ve yeni doğmuş düşük ağırlıklı bebekleri mümkün olan her durumda annelerinin sütüyle besleyen bir pediatrist yeni doğan bebekleri zaman zaman tehdit eden pnömoni ve ishal salgınlarından yalnızca anne sütü alan bebeklerin korunabildiklerini görmüştür.

ZEKAYI GELİŞTİRİR.

Çocukların biyo-psikososyal, moral ve entellektüel gelişimleri çevresel ve genetik faktörlerden etkilenmektedir. Beyin gelişimi döllenmeden kısa süre sonraki günler içinde (intrauterin hayatta) başlamakta ve adolesan çağı boyunca da devam etmektedir. Gelişimin en önemli kısmı intrauterin dönemde ve yaşamın ilk yıllarında (Emzirme/Beslenme) olmaktadır. Prenatal dönemden okul çağına kadar olan dönemde beyin gelişimi çeşitli evrelerden oluşur. Bunlar nöronların oluşumu (nörulasyon, nörogenez), nöronların doğru yere gitmeleri (migrasyon), nöronların birbirine bağlanmasını sağlayacak akson ve dendritlerin oluşumu (nöronal diferensiyon ve pathfinding), sinapsların oluşumu (sinaptogenez), sinapsların artması, geliştirilmesi (olgunlaşma) ve sonuç olarak nöronların çevresinde destek dokuların ve etkili iletişimi sağlayacak dokuların oluşmasıdır (gliagenez ve myelinizasyon). Tüm bu işlemler genetik yapı ve çevrenin etkisi ve etkileşimi ile gerçekleşir.3 Beyin gelişiminin erken dönemlerinde sinir sisteminin hücresel büyüme ve bölünmesi için gerekli besinlerin sağlanması ve bu gelişimi olumsuz etkileyebilecek enfeksiyonların önlenmesi, nörotoksik maddelerin (kurşun, civa gibi ağır metallere maruz kalma veya gebelikte annenin sigara, alkol kullanımı gibi) ortamdan uzaklaştırılmaları sağlıklı bir gelişim için gereklidir. Sık geçirilen enfeksiyonlar, yoksulluk, sevgi ve uyaran eksiklikleri de bu gelişimi olumsuz etkileyen faktörlerdir. Bütün bunlara ek olarak demir, iyot ve annedeki folik asit eksiklikleri gibi mikronütrient eksiklikleri de sinir sistemi gelişimini ciddi şekilde bozmaktadır. Beynin önemli bölümünün ve beyin hücrelerinin çoğunun doğum öncesinden oluşması, sinir bağlantılarının yapılaşmasının ise yaşamın ilk iki yılında gerçekleşmesi nedeniyle ilk iki yıl içinde çocuğun fiziksel sağlığı, mizacı, uyumu ile aileden gördüğü sevgi ve destek onun gelişiminde önemli rol oynamaktadır. Anne bebek arasındaki bağlanma (binding), duygulanım, sağlık, mizaç, uyum, anne babanın ruh sağlığı ile ilgili deneyimlerinin kalitesi, bebeğin ilerideki ruh sağlığının ve benlik saygısının temellerini oluşturur. İlk yıllar içinde anne-baba ile çocuk arasındaki ilişkinin, çocuğun beynini çok yönlü olarak etkilediği ortaya konmuştur.4 Bu ilk yıllar içinde sevgi ve yakın ilgi gösterilmesi ile çocuğun öğrenme yeteneklerinin güçlendiği görülmektedir. Bu amaçla, bebek ve küçük çocukların annebabaları tarafından bol bol dokunulmaya, konuşmaya, gülümsemeye ve uyarılmaya gereksinimleri vardır. Erken dönemde çocuğa uygun uyaranların verilmesi, çocuğun zekasını ve öğrenme kapasitesini arttırmaktadır.

UNICEF’in 2001 Yılı Dünya Çocukları Durumu yayınında erken çocukluk gelişiminin çocukların doğumdan sekiz yaşına kadar olan zaman dilimini ve bu süre içinde çocukların gelişimi için yapılması gereken tüm politika ve programları kapsadığı ifade edilmiştir. Erken çocukluk gelişimi çocukların hayatının erken dönemlerindeki fiziksel, mental ve sosyal gelişimlerini kapsamakta ve bu gelişimi etkileyebilecek beslenme, sağlık, zihinsel gelişim ve çocukların sosyal iletişimleri için gerekli tüm girişimleri içermektedir.

Bertan ve ark. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi • Ocak – Mart 2009.K AŞISIDIR

BEBEĞİN İLK AŞISIDIR.

Anne sütünün yeni doğanları çeşitli enfeksiyonlara karşı koruduğu emidemiyoloji çalışmaları sonucu gösterilmiştir. Enfeksiyonlara karşı sağlanan bu direnç, bazı faktörlerle bağlanmaktadır. Anne sütünde salgılanan immünglobilin A, özellikle kolostrumda yüksek oranda bulunur. Sig.A birçok bakteri ve virüsler özellikle enterobakterilere karşı antikor aktivitesine sahiptir. Doğumdan sonra ilk günlerde salgılanan süte kolostrum denir. Kolostrumda, olgun (mature) süte oranla daha fazla bulunan antienfektif öğeler, A vitamini, sodyum ve çinko bebeği ilk birkaç gün içerisinde enfeksiyonlardan korumaktadır. Kolostrum, bebeğin gastrointestinal sistemini immünoglobülinler ile mukozal bir tabaka oluşturarak kaplar ve böylece yenidoğan bebeği dış ortamdan gelecek patojen mikroorganizmalara karşı korur. Kolostrum 5-10 günler arasında geçiş sütü şeklini alarak, 3. haftadan sonra olgun (mature) süt özelliğini taşır.


• Kolostrum : Doğumdan sonra (postpartum) ilk beş gün boyunca salgılanan süttür.

 
• Geçiş Sütü (Transitional) : Kolostrumdan sonra 5-15. günler arasında salgılanan süttür.


• Mature Süt (Olgun) : On beşinci günden sonra salgılanan süttür.


• Enfeksiyon ve allerjiden koruyan antikorlar ve akyuvarlar, Sekretuvar IgA, laktoferrin, makrofajlar. T ve B lenfositler gibi antienfektif etmenlerden zengindir.


• Barsağın olgunlaşmasını sağlayan, allerji ve intolerans gelişmesini önleyen epidermal büyüme faktörlerini içerir.


• A, D ve B12 vitaminleri, sodyum ve çinko içeriği olgun süte göre daha yüksektir.


• Bilırubinin barsaktan atılmasını sağlayarak sarılığı önler.


• Kolostrum, maternal kanın genel yapısını ve özelliklerini yansıtır. Bu fizyolojik benzerlik, intrauterin yaşama alışmış yeni doğan için bir avantajdır.

BEBEĞİ HASTALIKLARDAN KORUR.

Anne sütünün antiviral ve antibakteriyel aktivitesi sadece sekretuar Ig A ‘nın mukozaları örtmesine bağlı değildir. Aynı zamanda anne sütünde bulunan laktoferrin, Lizozim, vit B 12 bağlayan protein, lakto peroksidaz sistem, antistafiloksik faktör, bifudus gelişme faktörü ile makrofajlar ve beyaz kan hücrelerine bağlıdır. Anne sütünde bulunan lizozimin direkt bakterisid etkisi olduğu gibi, immun antikorları aktive ederek indirekt olarak bakterisid etkide gösterir. Laktoferrin’in serum tranferrinleri gibi demriri bağlama özelliği vardır. Bakterilerin büyümesi için serbest demiri ortadan kaldırarak bakteri ostatik etki yapar. T.H Matthews ve arkadaşları, lizozim ve laktoferrinin antibakteriyel etkiye sahip olduklarını göstermilerdir. Laktoperosidoz sistemide, bebeği streptekok, pseüdomonas ve E.coli enfeksiyonlarından korur.

Bifudus faktorü, nitrojen ihtiva eden karbonhidrat olup, laktobasillus bifidus isimli bakterinin üremesi için gereklidir. Anne sütü alan bebeklerde bu bakteriler barsak florasında bulunurlar ve laktozdan laktik asit meydana getirirler. Laktik asit, dışkıyı asidik ortam haline getirerek bakterilerin çoğalmasını önler.

Anne sütünün koruyucu etkisi, diğer extraintestinal enfeksiyonlarada uzanır. Otitis mediaya sinsityal virüs enfeksiyonlarına karşı koruyucu etkisi dikkate değerdir. Ayrıca anne sütünde Para Amino Benzaik Asit (PABA) olmadığından yalnız anne sütü alan bebeklerde sitma görülmez. AZALTIR

DOĞUM SONU KANAMAYI AZALTIR.

Erken ten-tene temas doğumla başlayan ve annenin çıplak göğüsü üzerine yüzüstü yatırılan bebeğin sıcak bir battaniye ile örtülmesini içeren bir uygulamadır. Erken ten tene temasın emzirme, fizyolojik adaptasyon ve sağlıklı anne-bebek davranışı üzerine etkisini değerlendirmek amacıyla 2177 anne ve yenidoğanı içeren 34 çalışmanın incelendiği sistematik derlemede; tentene temasın ilk 1-4 ay içinde emzirme üzerine pozitif etki ettiği ve emzirme süresini arttırdığı, geç preterm yenidoğanlarda kardiyo pulmoner stabilitenin daha iyi olduğu, kan glikoz düzeyinin 75-90. daki- kada yüksek olduğubelirlenmiştir. Ayrıca ten-tene temasın kısa veya uzun dönemde hiç bir olumsuz etkisinin görülmediği, yararlı bir uygulama olduğu vurgulanmıştır (Moore vd., 2012).

Bebeğin emmeye başlamasıyla arka hipofizden salgılanan oksitosin, uterusun kasılarak gebelik öncesi şeklini almasını kolaylaştırır. Erken dönemde emzirmeye başlayan annelerde doğum sonrası kanama riski azalır. Sonuçta, emziren annelerde kanama ve kan kaybı daha az olacağından anemiye bağlı halsizlik, çarpıntı, çabuk yorulma gibi yakınmalar daha seyrek görülür.

BİTECEK KAYGISI YOKTUR.

Annenin ürettiği süt miktarının annenin kilosu ya da meme büyüklüğü ile ilgisi yoktur. Sağlıklı ve uygun beslenen annelerin sütünün, yaşamın ilk yarıyılında bebeklerin, tüm besin gereksinimlerini karşıladığı gösterilmiştir. Anne sütü ayrıca her zaman ılık, taze, temiz, ekonomik ve kullanıma hazırdır. Emziren annelerin diyet yapmamaları gerekmektedir. Bununla birlikte sütün kalitesini ve miktarını artırmaya yönelik yapılan girişimler gereksizdir. Annenin bol sıvı alarak dengeli ve yeterli beslenmesi uygundur. Đtalya’da yapılan bir çalışmada sağlıklı iyi beslenen annelerin emzirme sırasındaki diyetlerine çinko, bakır ve iyot eklenmesiyle bu eser elementlerin sütteki miktarlarında bir değişiklik olmadığı gösterilmiştir.Anne sütü heran, yeryerde, her zaman hazırdır ve hep aynı (vucut ısısı) ısıdadır.

AĞRIKESİCİ ETKİSİ VARDIR.

Emzirmek, Emme, bebeklerin psikojenik tatmin kaynaklarından biridir. Emzirme uygulamasının, ağrıdan dikkatin uzaklaşmasını sağlayıp, bebeğin canlılık düzeyini ve ağlama süresini azaltarak sessiz uyanıklık durumunu arttırma yoluyla ağrıyı hafifletici etki sağladığı düşünülmektedir. Yapılan araştırmalarda emmenin seratonin salgılanmasını tetiklediği, bunun doğrudan ya da dolaylı olarak ağrılı uyaranların iletimine etkisi olduğu ileri sürülmektedir. Emzik verme yöntemiyle ağrının hafifletilmesi; emme refleksi, dokunma duyusu ve ağrı mekanizmasının koordine olarak çalışmasına bağlanmaktadır.

Anne sütü verme Emzirme; tensel temas, anne bebek iletişimi, derideki duyu reseptörleri ve tat alma duyusunun aktivasyonunu içeren bir bütündür. Anne sütünün analjezik etkisi; içeriğindeki yağ, protein ve diğer tatların opioidleri uyararak, spinal korda giden ağrı liflerinde blokaj yapıp ağrı hissinin iletimini durdurmasına dayandırılmaktadır. Anne kucağında emzirilen, anne kucağında yalnız tutulan, biberonla steril su verilen ve emzikle 1 ml %30 glukoz verilen 4 grup bebeğin; kalp atım hızı, oksijen saturasyonu ve ağrı ölçeği değerlerinin karşılaştırıldığı araştırmada, emzirilen grupta anlamlı farklılıklar görülmüştür. Minör invaziv işlemler sırasında anne sütü gibi analjezik önlemleri destekleyen kuvvetli kanıtlar vardır.

TÜM BESİN İHTİYACINI KARŞILAR.

Anne sütü, bebeklerin dengeli beslenme, sağlıklı büyüme ve gelişimleri için son derece önemli olan canlı bir besindir. Doğumdan sonra, altı ayın sonuna kadar bebeğin beslenmesinde anne sütü tek başına yeterlidir, bu dönemde tıbben gerekli olmadıkça bebeğe anne sütünden başka, su da dahil olmak üzere hiçbir ek gıda verilmemesi önerilmektedir. Altı aydan sonra uygun şekilde başlanacak olan ek gıdalarla birlikte emzirmeye iki yıl devam edilmelidir.

Bebeğin beslenmesinde anne sütüne eşit veya daha iyi bir seçenek bugüne kadar bulunamamıştır. Doğada bulunan tüm memeli canlılar yavrularını kendi sütleri ile beslerler, o halde insan yavrusunun da annesinin sütü ile beslenme hakkına saygı duyulmalı ve bu fizyolojik olay teşvik edilmelidir. Bebeklerin anne sütü dışındaki gıdalarla tanıştığı en kritik dönem yaşamın ilk birkaç günüdür. Bu dönemde anne zaten hastanede olduğu için annenin ve çevresindekilerin bilinçlendirilmesi sağlık çalışanlarına düşmektedir. Bu dönemde “annenin sütünün gelmemesi !!!” veya “annenin ilaç kullanması !!!” bahane edilerek bebeğe başka gıda verilmemelidir. Anne-bebek çifti yakından izlenmeli, emzirme teşvik edilmeli ve annenin güven duygusunun kaybolmasına izin verilmemelidir. Eğer bebek memeyi iyi emiyorsa, idrar ve gaita yapıyorsa sütün yeterli olduğu aileye anlatılmalıdır.

DEPRESYONDAN KORUR.

Emzirme döneminde etkili iki hormon olan prolaktin ve oksitosinin postpartum depresyon üzerinde etkisi mevcuttur. Annagür ve Annagür’ün belirttiğine göre, yapılan bir çalışmada, doğum sonrası 6-8 haftalarda 147 kadının prolaktin düzeylerine bakılmış ve depresyonda olan kadınların prolaktin düzeylerinin daha düşük olduğu bulunmuştur (11). Gebelik boyunca yüksek olan prolaktinin düşük anksiyete düzeyleri ile ilişkili olduğu, puerperal dönemdeki yüksek prolaktin düzeyinin süt üretimi ile ilişkili olarak anksiyeteyi azalttığı gösterilmiştir (13). Oksitosin ise, dokunma, sıcaklık, koku ve pozitif olarak algılanan duyusal uyaranların etkisiyle salınımı artabilmektedir. Emzirme boyunca bebeğin teması, kokusu ve sıcaklığı annede uyarı sağlayarak gevşeme ve antistres etkisi oluşturur.

ANTİEFEKTİF AJANLAR BULUNUR.

Anne sütündeki semptomatik moleküller, bebeklerin bağışıklık sisteminin ve barsak mikrobiyolojisinin gelişimini yönlendiren farklı rollere sahiptir. Mikrobiyotik gelişiminin düzenlenmesi, anne sütü oligosakkaritlerinin sentezi maternal genotip tarafından belirlenir ve neonatal gastrointestinal sistemdeki gen ekspresyonu, anne sütü ile beslenmeden etkilenir. 2 Anne sütünde bulunan, antimikrobiyal ve immünomodülatör bileşenler yenidoğanın bağışıklık sistemindeki eksikliklerinin giderilmesinden ve bulaşıcı patojenlerin gastrointestinal sistem boyunca yer değiştirmesinin engellenmesinden sorumludur.

Anne sütü, büyüme faktörleri ile çeşitli immünolojik faktörlerden oluşan ve çoğu sinerjistik olarak etki eden biyoaktif içeriğe sahiptir. Bunların bir kısmı anne serumundan meme epitelini reseptör-aracılı transport ile geçerek süte ulaştığı, bazıları süt içindeki hücreler tarafından, diğerlerinin ise meme epitelinde sentezlenerek salgılanmaktadır. Membrana-bağlı protein ve lipidi süte taşıyAnne sütünde bulunan nükleotidler, barsak epiteli ve lenfoid hücreler gibi hızla bölünen dokular için gerekli bileşenlerdir. Gastrointestinal sistem üzerindeki etkilerine ek olarak, nükleotidler bağışıklık sistemi için de önemli olarak kabul edilmiştir.

KANSERDEN KORUR.

Hamlet, kanser hücrelerini öldürme kabiliyetine sahip olası bir kemoterapötik ajan Alpha-lactalbumin insan sütünün ana protein bileşenidir. 1995 yılında yapılan bir araştırmada, İsveçli bilim adamı Anders Håkansson (Anders Hakansson) , insan sütünün kazin olarak adlandırılan bir bölümünden izole edilen bir bileşik olan multimerik alfa-laktabümin (MAL), insan akciğerinde apoptozolduğu ortaya çıktı keşfedildi karsinoma hücreleri, pnömokok bakterileri ve diğer patojenlerle, sağlıklı, farklılaşmış hücrelerden etkilenmeden ayrılıyor. Bu davada mükemmel bir tedavi olmuştur. Tümör öldürücü aktiviteden sorumlu aktif bileşen 2000 yılında bulundu ve alfa-laktalbümin ve oleik asit kompleksi olarak bulundu.

BEDAVADIR.

Tamamen doğal olarak üretilen anne sütü, bebek annesinin memesini emmeye başladığında, meme içinde yer alan süt hücrelerinden, süt salgılanmaya başlar ve bebek besini direk alır. Hiçbir şeye ihtiyaç yoktur. Üretim kendiliğinden olduğu için maliyet sıfırdır. Isıtma, soğutma, depolama, mikroptan arındırma için özel aletlere, biberon, emzik vb. aracılara ve temiz su kaynağına bağımlı değildir. Anne sütünde mikrop üremez, bozulmaz, hastalık kaynağı olmaz.

ÖZGÜVEN KAZANDIRIR.

Bebeğin doğuştan gelen, doğal emme refleksini kullanmaya başlayarak beslendiğini keşfetmesi, annesinin kollarında olduğunu hissetmesi, bebekte güven duygusunu oluşturmaktadır. Bu durum bebeğin psikolojik durumunu direk etkileyerek özgüvenini geliştirmektedir.

Kaynak: http://www.doganinmucizeleriylenesillerinikoru.com/annesutu